Eğitim Sitesi

Mehmet Akif Ersoy Şiiri

Mehmet Akif Ersoy Şiiri | Mehmet Tevfik TEMİZTÜRK

Mehmet Akif Ersoy

1873 senesinde;
İstanbul’un Fatih semtinde,
Küçük bir köşk içinde;
Ragıyf isminde,
Bir çocuk dünyaya geldi…

Bu çocuk Mehmet Akif’ti,
Bağımsızlık marşını yazacak,
Dünyaya seslenecekti…
Marşımızla tanınacak;
Evrenselleşecekti…

Daha yaşı dört iken,
O her şeyin bilincinde...
Emsallerinden çok erken,
Mahalle Mektebinde,
Okudu sevinç içinde…

İptidai Mektebine katıldı,
Bir de liderliğe atıldı,
Çocukluğunun başında,
Henüz çocukluk çağında,
Beş buçuk, altı yaşında…

Ders kitapları elinde,
Kaynak kitapları dilinde,
Müfredatın çok üzerinde,
Birincilik yine onun elinde,
Yükselirdi hep en önde…

Sevilirdi, severdi,
Herkes onu överdi,
O her yerde liderdi
Ve en önden giderdi,
Yine de övünmezdi…

Babasından ders aldı,
Okudu anladı, Kur’an’ı,
Esat Efendi’den de yararlandı,
Küçük yaşta; Mesneviyi,
Hafız Divanını…
Bir yandan da ezberledi Gülistanı…

Yoktu onun boş zamanı;
Okumakla geçerdi her anı,
Rüştiyeyi de birincilikle başardı,
Çünkü o yürümez hep koşardı,
Öğretmenleri bu hale şaşardı…

Biter bitmez Rüştiye;
Başladı Mektebi Mülkiye…
Ardından derdi külliye…
Her biri sıra sıra, üst üste,
Toplandı Mehmet Akif’te…

Babasının vefatı,
Bozuldu Akif’in hayatı…
Bir de evleri yanınca;
Ne kaldı okul hayatı,
Ne de huzuru, rahatı…

Artık ne bir sarılacak bir baba,
Ne kalınacak bir ev,
Ne de bir çare vardı,
Dediler baytariye açıldı,
Koştu hemen kayıt yaptırdı…

Baytar iye yatılıydı,
O birincilik için ileri atıldı,
Sonunda veteriner hekimi oldu,
Sahalarda tanınacak,
Hastalara şifa olacaktı…

Akif dolaşıyordu her yanı,
Tedavi ediyordu her hayvanı.
Salgın hastalıklarla mücadele etti.
Yorulduysa da sabretti.
Veterinerlik zor bir meslekti…

Eserleriyle de deva oluyordu,
Aziz milletinin,
Kahraman devletine,
Çünkü vatanını çok seviyor,
Kalıcı çareler arıyordu…

Akif ülkeleri gezerdi: Anadolu, Rumeli,
Arnavutluk, Berlin, Lübnan,
Bazen de Suudi Arabistan,
Çoğu zaman Mısır’da kalırdı,
Orada bir de unvanı vardı…

Edebiyat uzmanıydı
Ve iyi bir araştırmacıydı,
Kur’an okur meal yazar,
Kur’an’ı açıklar, tefsirini yapardı.
Çünkü o hakikatin yolundaydı…

Akif tanınıyordu azar azar,
Ne de olsa araştırmacı ve yazar,
Hem iyi bir din bilgini,
Hem de iyi bir dil mütercimi,
Arapça, Farsça, Fransızca…
Tercümeleri var…

Bir yandan şair, yazar,
Veteriner hekimi,
Edebiyat profesörü,
Burdur milletvekili,
Kısaca Akif bir bilgi birikimi…

Akif evliydi, İsmet Hanım ile
İslâmi bir çizgide,
Hoşgörü ile birlikte,
Mutluydu ailesi ile…
Çocukları vardı yarım düzine;
İbrahim ile Feride, Tahir, Emin ile
Bir de Suat ve Cemile…

Mehmet Akif oldukça mütevazı,
Kur’an’a tam uygun,
ALLÂH(c. c.) ’a bağlı,
Aydın ve de inançlara saygılı,
Vatanı, milleti için faydalı,
Güvenilir, vefakâr bir insandı.

Çünkü o;
Ne bağlanırdı kaderine,
Ne boyun eğerdi kederine,
Ne de taviz verirdi dinine,
Mantıklı bir çözüm ile
Dosdoğru giderdi emeline...

Yıl 1919:
İzmir işgal altında,
Akif vaaz veriyordu,
Vatanının kurtuluşu için,
Milletinin bağımsızlığına…

Ev ev, sokak sokak, cadde cadde,
Türk milleti tek görüş ve tek fikirde,
Halk coşuyor, coşuyor ve coşuyordu.
ALLÂH (c. c.) ALLÂH (c. c.) sesleriyle,
Cephelere koşuyordu…

Akif kısacık ömrüne;
Sayısız eserler sığdırdı gönlüne,
Gazete ve dergide denemeler;
Makaleler, çeviriler, derlemeler,
Şiirler, vaazlar, tefsirler…
Daha neler neler…

Sırat-ı Müstakim denilen;
Sebil- ül-Reşat dergilerinde,
Halk tarafından çok sevilen,
Akif’in şiirleri yayımlanırdı;
Haftanın bütün günlerinde…

Akif’in bütün şiirleri,
“Safahat’ın içinde,
“Gölgeler” ve “Asım”,
“Hakk’ın Sesleri”,
“Süleymaniye Kürsüsünde”…

Ulusal amaçlı bir yarışma açıldı,
Türkiye Büyük Millet Meclisinde,
Yarışmaya bir de;
Para ödülü katıldı,
Yüzlerce şiir ayıklandı,
Binlerce müsvedde çöpe atıldı…

Son çare Akif’ti:
Fakat Akif ant içmişti,
Yazmıyordu para karşılığında,
Ama canını bile verecekti,
Vatanı ve milleti uğrunda…

Akif haklıydı.
Bu bir İstiklâl Marşıydı;
Ne alınırdı ne de satılırdı…
Ya ödül kaldırılmalıydı;
Ya da bir vakfa bağışlanmalıydı…

Akif devletini biliyor,
Milletini seviyordu…
Kendine güveniyor
Ve ısrar ediyordu.
Bağışlayacağım, diyordu…

Sonunda İstiklal marşımız,
Yazıldı yüce andımız,
Mehmet Akif Ersoy tarafından,
12 Mart 1921’de;
Alkışlarla;
Büyük Millet meclisinde...

Marşımız hemen bestelendi.
Sevildi ve ezberlendi,
Tüm dünyada benimsendi;
Dünya andımızı tanıdı.
Bu marş canımızdı, kanımızdı.

Elinde Kur’an tefsirleri,
Uğraşıyordu bitirmeye,
Eli varmıyordu…
İsteyenlere…
Tefsirlerini vermeye…
İşte tefsirler diyemiyor;
Belki de bir şeyler gizliyordu...
“Şimdi eksik,
Ben ölünce tamam olur! ” diyor;
Başka da bir söz söylemiyordu...

Akif’i üzdüler,
Mısır’a gönderdiler,
Bir süre Mısır’da kaldı,
Fakat hastalandı,
Öleceğine inandı…

Çok geç kalmıştı,
Hastalık anlaşılıyordu...
Derhal hazırlandı,
Mısır’dan ayrıldı,
Kendisi de biliyordu,
Ölüm yaklaşıyordu…
Vatanına doğru yol aldı.
Çünkü yurt özlemi çekiyordu.

Vatan, millet aşkı ile yanıyordu…
Vatanım vatanım diyordu…
Vatan onun her şeyiydi.
Vatanında ölmeliydi,
Vatanına gömülmeliydi,

Döndü İstanbul’a apar topar.
Kalacaktı Beyoğlu’nda;
Haftalar belki de aylar…

Ne yazık ki;
Mısır Apartmanının bir katında,
1936 yılında vardı,
Hakk’ın huzuruna;
Edirne Kapı Kabristanlığında;
Gömüldü şehit mezarlığına.

(1997)
Mehmet Tevfik TEMİZTÜRK

add

tag Mehmet Akif Ersoy eğitici şiirler çocuk şiirleri okul öğrenci şiirleri Mehmet Tevfik TEMİZTÜRK

Mehmet Akif Ersoy Şiiri Hakkında Yorum Yazın

  

Mehmet Akif Ersoy Şiiri Hakkındaki Yorumlar

Henüz Yorum Yazılmamış.
İlk Yorumu Siz Yazabilirsiniz.

Benzer İstiklal Marşı ve Mehmet Akif ERSOY Şiirleri

Atiyi Karanlık Görerek Azmi Bırakmak

Âtiyi karanlık görerek azmi bırakmak...
Alçak bir ölüm varsa, emînim, budur ancak.
Dünyâda inanmam, hani görsem de gözümle.
İmânı olan kimse gebermez bu ölümle:
Ey dipdiri meyyit, 'İki el bir baş içindir.'
Davransana... Eller de senin, baş da senindir!
His yok, hareket yok, acı yok... Leş mi kesildin?
Hayret veriyorsun bana... Sen böyle değildin.
Kurtulmaya azmin neye bilmem ki süreksiz?
Kendin mi senin, yoksa ümîdin mi yüreksiz?
Âtiyi karanlık görüvermekle apıştın?
Esbâbı elinden atarak ye'se yapıştın!
Karşında ziyâ yoksa, sağından, ya solundan
Tek bir ışık olsun buluver... Kalma yolundan.
Âlemde ziyâ kalmasa, halk etmelisin, halk!
Ey elleri böğründe yatan, şaşkın adam, kalk!
Herkes gibi dünyâda henüz hakk-i hayâtın
Varken, hani herkes gibi azminde sebâtın?
Ye's öyle bataktır ki; düşersen boğulursun.
Ümîde sarıl sımsıkı, seyret ne olursun!
Azmiyle, ümidiyle yaşar hep yaşayanlar;
Me'yûs olanın rûhunu, vicdânını bağlar
Lânetleme bir ukde-i hâtır ki: çözülmez...
En korkulu câni gibi ye'sin yüzü gülmez!
Mâdâm ki alçaklığı bir, ye's ile sirkin;
Mâdâm ki ondan daha mel'un daha çirkin
Bir seyyie yoktur sana; ey unsur- iman,
Nevmid olarak rahmet-i mev'ûd-u Huda'dan,
Hüsrana rıza verme... Çalış... Azmi bırakma;
Kendin yanacaksan bile, evlâdını yakma!

Evler tünek olmuş, ötüyor bir sürü baykuş...
Sesler de: 'Vatan tehlikedeymiş... Batıyormuş! '
Lâkin, hani, milyonları örten şu yığından,
Tek kol da yapışsam demiyor bir taraftan!
Sâhipsiz olan memleketin batması haktır;
Sen sâhip olursan bu vatan batmayacaktır.
Feryâdı bırak, kendine gel, çünkü zaman dar...
Uğraş ki: telâfi edecek bunca zarar var.
Feryâd ile kurtulması me'mûl ise haykır!
Yok, yok! Hele azmindeki zincirleri bir kır!
'İş bitti... Sebâtın sonu yoktur! ' deme, yılma.
Ey millet-i merhûme, sakın ye'se kapılma.

Mehmet Akif Ersoy

Mehmet Akif Ersoy

Mehmet Akif Ersoy 2

1873 Aralık,
İstanbul’un Fatih ilçesinde,
Karagümrük semtinin Sarıgüzel Mahallesi’nde,
Küçük bir köşk içinde,
Ragıyf isminde bir çocuk dünyaya gelmişti…

Annesi Buharalı Emine Şerif Hanım,
Babası Kosova’nın İpek şehrinden,
Fatih Camii medrese hocalarından,
Mehmet Tahir Efendidir…

Bu çocuk Mehmet Akif olacak,
Bağımsızlık marşını yazacak Dünya’ya seslenecekti,
Marşımızla tanınacak ve evrenselleşecekti…

Henüz yaşı dört iken,
Fark atmak için emsallerine,
Başlamıştı tahsil hayatı için,
Fatih Emir Buhari Mahalle Mektebine…

İki yıl sonra, İptidai Mektebi’ne katılmış,
Ardından da Fatih Merkez Rüştiyesi’ ne geçmişti,
Okullarında ki üstün başarılarının yanı sıra,
Ek derslerle de bütünleşiyor,
Hocalarından takviye dersler alıyordu…

Farsça dersleriyle ilgileniyor,
Babasından Arapça öğreniyor,
İlerisi için dil eğitimlerine zemin hazırlıyor,
Türkçe, Arapça, Farsça ve Fransızca ağırlıklı,
Dersleriyle yakıdan ilgileniyordu…

İleride ki tercüme eserleri ile
Fikir hayatında tanınacak ve sevilecekti,
Bu hususta, babasından aldığı,
Sürekli dersleri kalıcı hâle getiriyor,
Anladıklarını tekrarlıyor ve aklında tutuyordu…

Bir yandan Kur’an’ı Kerim’i ezberliyor,
Esat Efendi’den de yararlanıyor,
Mesnevi’yi, Hafız Divanı’nı, Gülistan’ı,
Özel hocalarından öğreniyordu...

Akif ‘in boş zamanı olmayacaktı,
Kendisini daima ileriye yetiştirecek,
Âlimlerin desteğini alıp fazlasıyla okuyacak,
Kendisini daima en üstlerde eğitecek…

Rüştiye’yi okul birinciliğiyle yeni bitirmişken,
Tüm dikkatleri üzerinde toplamıştı,
Mekteb-i Mülkiye başlamış,
Yine ilerilere atılmıştı…

Babasının vefatının üzerine,
Fatih yangınında evlerinin de yanmasıyla,
Mülkiye İdadisinin üst bölümünü, yarım bırakmış,
Baş başa kalmıştı sıkıntılı yaşamla…

Artık ne evde danışabileceği muhterem babası,
Ne de bulabileceği bir çaresi kalacaktı,
Babası onun rehberiydi, hocasıydı,
Onu daima takip ediyordu,
O ise babasıyla hâlâ gurur duyuyordu,
Şimdi kimle konuşacak kime yaslanacaktı?

Üstelik maddi bakımdan da durumları zordu,
Babasının sadık bir arkadaşı vardı,
Yanan evlerinin eski arsalarının üzerinde,
Dertleri azalacak şimdilik barınacaklardı,
Yaptırdığı, küçük bir ev ile de olsa,
Parasız, pulsuz yaşayacaklardı...

Çevresindekiler, dediler;
Çocuğu yatılı okula gönderelim.
Baytar Mektebi açılmıştı ama
Kendisi fikir ve din adamı olmak istiyordu…
Fakat okul yatılıydı ve ücretsizdi,
Hayvan hekimi olmayı da hiç düşünmüyordu,
Koştu hemen kayıt yaptırdı,
Ailesinin üstündeki yükü almış,
Ücret ödemeden barınacaktı…

Veteriner hekimi olmak,
Salgın hastalıklarla mücadele etmek,
Hayvanlara şifa dağıtmak Akif’in ilk işi olmamalıydı,
Bu işte çok önemliydi fakat kendileri,
Daha çok fikir ile din ile meşgul olmayı istiyordu,
Yine de fikir hayatından kopmayacak,
Bildiklerini, öğrendiklerini, tekrarlayarak,
Üstüne yeni bilgiler ekleyecekti…

Şimdilik boş zaman bulduğunda,
Spor ile ilgileniyor, uzun yürüyüşler yapıyordu,
Güreş yapıyor, yüzücülük, yarışlarına katılıyor,
Hatta koşma, gülle atma, gibi yarışlarda bile
Akif’i görebilmek akla hayale gelmiyordu…

Yalnız başına bulunduğunda,
Bir yandan Fransızcasını geliştiriyor,
Bir yandan da Kur’an-ı Kerim tekrarlıyordu,
Hafızlığını, dinîni de gündemde tutuyor,
Fakat kendisini edebiyat ile uğraşmalıydı,
Edebiyat Öğretmenliği yapmalıydı,
Şiir ve fikir üzerinde yoğunlaşmalıydı…

Gazete ve dergilere şiir ve makale gönderiyor,
Sonucunu takip ediyordu,
Hazine-i Fünun Dergisinde, yayımlanan gazelleri,
Onu çok mutlu etmiş,
Mektep Mecmuası’ndaki, “Kur’an’a Hitap” adlı şiirleriyle de
Kendisini edebi konularda bulmuş,
Basın hayatı bu şekilde başlamıştı bile…

Akif, eserlerini rahatça yazmalıydı,
Hakk’ı tavsiyeleri okunmalı
Onunla insanlık aydınlanmalıydı…

Kendisi de vatanının, milletinin, uğruna,
Beklenilenden fazlasını yapabilmeli,
Birliğin ve beraberliğin sağlanmasında,
Kalıcı eserleriyle şuur ve seviye geliştirmeliydi…

Akif, Ziraat Bakanlığı’nda bir memurdu,
Yirmi yıl kadar da bu işini sürdürecek,
İlk görevi olan Veteriner Müfettiş Yardımcılığı’yla,
İstanbul’da çalışacak, memuriyetinin ilk dört yılında,
Teftiş için meşgul olacaktı…
Bu yüzden de Rumeli, Anadolu, Arnavutluk, Arabistan,
Gibi devletlerde gönüllü çalışacaktı…

Bu şekilde halkları daha yakından tanıyor,
Onlarla yakın temaslar kuruyordu,
Hem bu esnada da babasının doğum yeri olan,
İpek Kasabası’nı da ziyaret edecek,
Amcaları ile görüşecekti…

Amcaları onun yalnızlığına itiraz edip,
Tophane-i Âmire Veznedarı,
Mehmet Emin Bey’in kızı ile evlendirecekti,
Hem de bu vesile ile
Cemile, Feride, Suat, İbrahim Naim, Emin, Tahir,
Adlı çocukları da olacaktı…

Akif, edebiyata olan ilgisini,
Edebiyat öğretmenliği yaparak, sürdürmek istiyordu.
Resimli gazetede, Servet-i Fünun dergilerinde,
Şiirleri ve yazıları yayımlandıkça da
Mutluluğu kat kat artacaktı…

II. Meşrutiyet ilanıyla Akif,
On bir Arkadaşıyla birlikte,
İttihat ve Terakki Cemiyeti’ne üye olmuş,
Yayın dünyasına daha kesin adım atmıştı...
Bu yüzden de Sırat-ı Müstakim dergisinin, başyazarı olmuştu,
Hem de Mısırlı din ve bilim adamı, Muhammed Abduh’un;
İslam birliği görüşünü anlamış,
Yayma hazırlıklarına başlamıştı…

Akif, İstanbul camilerinde vatanı için vaazlar veriyor,
Arnavutluk isyanının onu üzmüş olması,
Balkanlar'da artan düşmanlık duygularını, körüklemiş,
Akif’in dikkatlerini o yöne çekmişti,
Doğabilecek isyanları önlemek için,
Kendisini hazır ve kuvvetli hissediyordu…

İki aylığına bir seyahatle,
Mutlaka Mısır ve Medine'ye gitmeliydi,
Döndüğünde de Mısır seyahati hatıralarını,
“El Uksur'da” adlı şiiriyle kitaplarında,
Ülkesinde halkına anlatmalıydı…
Zaten Beyazıt Camisi Kürsüsü’nde,
Fatih Camisi kürsüsünde konuşuyor,
Halkını vatan savunmasında,
Duyarlı olmaya çağırıyordu…

Akif, Balkan Savaşından sonra,
Darülfünun Müderrisliği görevinden çıkacaktı,
Çünkü yayımları hükümetle uygun değil,
Siyasi ve de dini bulunuyordu…

Bu esnada da Harbiye Nezareti’ne bağlı,
Teşkilat-ı Mahsusa’nın teklifi üzerine,
İslam birliği kurma gayesiyle,
Tunuslu Şeyh Salih Şerifle,
Almanya’ya, gitme fırsatı da doğmuştu,
Bu yüzden de hiç boş zaman olamayacaktı…

Almanlara esir düşmüş, Müslüman kamplarında,
İncelemelerde bulunmalı,
Osmanlı düşmanlarını Müslüman esirleri hususnda,
Aydınlatmaya çalışmalıydı…

Bu gaye ile de
Fransız ordusundaki Müslümanlara,
Arapça, Fransızca, bildiriler gönderiliyor,
Cephelere uçaklardan atılması da sağlanıyordu…

Akif’in Arapça ’ya Fransızca ’ya,
Şahsen kendisinin çevirdiği bilgiler ile
Cahil düşünceleri aydınlatıyor,
İslam’ın safımızda birleştiriyordu,
Çünkü aydınlatılan Müslümanlar da
Aynı anda eğitilmeliydiler…

Bu hususta ki tecrübeleri de
Berlin Hatıraları adlı şiirleriyle,
Sebil ür Reşat’ta yayınlanacak,
Eserlerinde de yer alacak,
Vatandaşlarımız da eserlerini okuyup,
Şuur sahibi olacak, ibret alacaktı…

Akif, İstanbul’a döndükten sonra,
Teşkilat-ı Mahsusa tarafından,
Arabistan'a gönderilmişti.
Görevi, bu topraklardaki Arapları,
Osmanlıya karşı kışkırtan,
İngiliz propagandası ile mücadele etmekti,
Çanakkale Destanı’nın, on dört ay süren savaşının,
Zaferle sonuçlandığı haberini Arabistan'da iken almıştı…

Bu haber karşısında büyük coşku duymuş,
Çanakkale Destanı’nı kaleme almıştı...
Arabistan dönüşünde iki ay Lübnan'da kalan Akif,
“Necid Çölleri’nden Medine'ye” adlı;
Şiirleriyle de bu seyahatlerini anlatacak,
Eserleriyle halkına sunacaktı…

Lübnan’da yaşayan;
Mekke Emiri Şerif Ali Haydar Paşa’nın,
Daveti ile Lübnan’a giden,
Akif, şeyhülislamlığa bağlı,
Dâr-ül Hikmet-il İslamiye Cemiyeti Başkâtipliğine de atandı,
Amaç Osmanlı Devleti ile diğer İslam ülkelerinde çıkacak,
Dini meseleleri halletmek,
İslâm aleyhindeki, gelişmelere yanıt vermekti...
Bir yandan da, Said Halim Paşa’nın;
“İslamlaşmak” adlı eserini,
Fransızcadan Türkçeye çevirecekti…

Bu dönemde,
Türk halkı Kurtuluş Savaşı’nı,
Başlatarak direnişe geçmişti bile...
Bu harekete katılmak isteyen Akif,
Balıkesir'e giderek, 6 Şubat 1920 günü,
Zağnos Paşa Cami’inde,
Heyecanlı bir hutbe daha verecek,
Halkın beklenmedik ilgisi karşısında da
Daha birçok yerde vereceği hutbeler ile
Konuşmalar yapacaktı…
Ardından da İstanbul'a dönecekti…

Bu arada Sebil ür Reşad idarehanesi,
Millî mücadeleye katılmak için,
Anadolu’ya geçmiş olanlarla,
İstanbul’daki yakınlarının,
Gizli haberleşme merkezi hâline gelmişti…
Akif’in Kurtuluş Savaşı’nı desteklemesi,
Dâr ül-Hikmet il-İslamiye,
Cemiyeti'ndeki görevlerinden,
Azledilmesine neden olmuştu…

Artık İstanbul'da rahat hareket edemeyecek,
Ayrılması gerekecekti…
Azledilmeden az önce de
Oğlu Emin'i yanına alıp Anadolu’ya geçecek,
Sebil ür Reşad’a Ankara’da çıkarması için,
Mustafa Kemal Paşadan da davetiye gelecekti…

TBMM'nin açılışının ertesi günü,
Ankara'ya varmıştı bile,
Millî mücadeleye, şair, hatip, seyyah, gazeteci,
Siyasetçi olarak katılmış olup,
Ankara'ya varışından bir süre sonra da,
Ailesini de yanına aldırtmıştı…

Ankara’ya geldiği günlerde,
Mustafa Kemal Paşa, Konya Vali Vekili aracıyla,
Burdur Milletvekili seçilmesini sağlamıştı...
Haziran ayında Burdur’dan, temmuz ayında ise Biga’dan,
Mebus seçildiğini duyan;
Akif Burdur Mebusluğunu tercih etmişti...
Böylece vekil olarak, TBMM’de yer almış,
Meclis kayıtlarında da Burdur Milletvekili
Ve İslam şairi olarak adı geçmekteydi…

Ankara'ya varır varmaz da aldığı ilk görev,
Konya ayaklanmasını önlemek,
Halka öğütler vermek üzere, Konya’ya gitmekti,

Konya’da kesin bir sonuca ulaşamamış,
Kastamonu’ya geçmişti...
Halkı düşman direnişine teşvik için,
Kastamonu’daki Nasrullah Camisi’nde,
Verdiği ateşli vaazlar bu sefer Diyarbakır’da basılmış,
Vilayetlere ve cephelere de dağıtılmıştı…

Akif, Anadolu'ya geçerken de
Eşref Edip'e de yanına gelmesini söylemişti…
Eşref Edip, Sebil-ür Reşad Dergisi’nin, klişesini de alıp,
İstanbul'dan ayrılmıştı...
Akif’in Kastamonu'da yayımlayacağı,
Dergisi ilg göreceğinden defalarca basılacak,
Anadolu'nun her yerine ve tüm askerlerimize dağıtılacaktı…

Derginin etkisi o kadar büyüktü ki
Yaydığı yoğun etkili duyguların,
Türk halklarının da etkilenmesinden korkan,
Rusya gibi yakın ülkeler,
Gazetenin ülkelerine girişini yasaklamışlardı...

Yine bir gün Ankara'da, Tacettin Dergâhı’nda;
Akif, Burdur Milletvekili olarak,
Meclisteki görevine devam etmekteydi…
Milli Eğitim Bakanı;
Hamdullah Suphi Bey’in, ricası üzerine,
Arkadaşı Hasan Basri Bey tarafından,
Kendisi ulusal marş yarışmasına,
Katılmaya ikna edilmişti…

Konulan beş yüz liralık ödül nedeniyle de
Başlangıçta katılmayı reddettiğinden,
Yarışma şiirsiz kalmış,
Hiçbir yarışmacının şiiri beğenilmemiş,
Hiç birisi de yeterli bulunmamıştı…

En güzel şiirin Akif tarafından, yazılacağı, düşüncesi de
Gerek halkın içerisinde gerekse mecliste,
Tamamen hâkim bir görüş olmuştu…

Akif’in orduya ithaf ettiği, İstiklal Marşı,17 Şubat günü,
Sırat-ı Müstakim ve Hâkimiyet-i Milliye de yayımlanmış,
Hamdullah Suphi Bey tarafından da
Büyük Millet Meclisinde okunup,
Ayakta dinlendikten sonra,
12 Mart 1921 Cumartesi günü,
Ulusal marş olarak kabul edilmişti…

Akif, ödül olarak verilen beş yüz lirayı,
Hilal-i Ahmer bünyesinde,
Kadın ve çocuklara iş öğreten,
Cepheye elbise diken,
Dar-ül Mesai vakfına bağışlamıştı…

İstiklâl madalyası ile ödüllendirilen, Akif, 1923 yılında,
Ankara'dan İstanbul’a, apar topar dönmüş,
Abbas Halim Paşa’nın daveti üzerine de
Kışı geçirmek için Mısır'a gitmişti…

Mısır’da kalacağı bir evi vardı,
Gitmeden önce de, Kur’an’ın,
Türkçe meal ve tefsiri için,
Diyanet İşleri ile anlaşma imzalamıştı…

Bu görevi aslında kendisi reddetmişti,
Fakat o kadar çok ısrarlar edilmişti ki
Sonunda evet demek zorunda kalmıştı…

Bu hususta gönülsüz olduğu da biliniyordu,
Eserlerini yazmak ve düzenlemek için de
Biraz da zamana ihtiyacı vardı…

Akif, Milli mücadele destanını yazmak istiyordu,
Fakat meal ve tefsir işi için de
En uygun kişi olarak görüldüğünden,
Üzerinde yoğun ısrarlar vardı,
Bu yüzden kabul etmek zorunda kalmıştı…

Bir kaç sene boyunca,
Yazdan yaza İstanbul’da
Kıştan kışa da Mısır'da kalmak isteyen Akif,
Türkiye'de gerçekleşen devrimlerin,
Kendi inançlarına ters düşmesi sebebiyle,
Kendisinin devletine aykırı düştüğü,
Aykırı görüldüğü söylentileri yüzünden,
Mısır’dan dönmedi ve Hilvan'a yerleşti…

Burada adeta inzivaya çekilmişti,
Hem bu esnada da Kur’an’ın tercümesi ile ilgili,
Uzun ve de ciddî bir çalışma yapabilirdi,
Bu iş en az altı yedi senesini alacaktı,
Çünkü bu bir Rab’bimizin kitabı Kur’an’dı…
Sonuçtan memnun kalmayacağından,
Bu sorumluluktan kurtulmak istedi,
Mukaveleyi fesh etti…

Diyanet İşleri Başkanlığı,
Tercüme ve yorumlama işini,
Elmalılı Hamdi Efendi’ye verdi.
Akif, kendi yazdıklarını dostu,
Yozgatlı İhsan'a teslim ederken,
“Ölür de gelemezsem yak! ” diye de
Yakılmasını nasihat etti…

Mehmet Akif, Mısır yıllarında,
Kur’an çevirisinin yanı sıra,
Türkçe dersleri de veriyor,
Kahire'deki,“Cami-ül Mısriyye adlı, bir üniversitede,
Türk Dili ve Edebiyatı dersleri veriyordu…

Siroz hastalığına tutulunca,
Hava değişikliği iyi gelir düşüncesiyle,
Önce Lübnan’a sonra Antakya’ya gitti…
Mısır’a hasta olarak döndü,
17 Haziran 1936’da tedavi için İstanbul’a tekrar döndü…

27 Aralık 1936 tarihinde,
İstanbul’da, Beyoğlu’ndaki,
Mısır Apartmanı’nda hayatını kaybetti,
Edirnekapı Mezarlığına gömüldü...

Cenazesine resmi bir katılım olmadıysa da
Büyük bir üniversiteli genç topluluğu,
Akif ‘i yalnız bırakmadı,
Akif ‘in vefatını duyan koştu geldi…

Cenaze namazında;
Yine de büyük bir kalabalık oluşmuştu,
Mezarı iki yıl sonra,
Üniversiteli gençler tarafından yaptırıldı,
1960’ta yol inşaatı nedeniyle,
Kabri Edirnekapı Şehitliği’ne nakledildi,
Mezarlıkta Süleyman Nazif ve arkadaşı,
Ahmet Naim Beyin arasında yatmaktadır,
Ruhları şad olsun!
ALLÂH(c.c.) rahmet eylesin…

(2002)
Mehmet Tevfik TEMİZTÜRK

Mehmet Tevfik TEMİZTÜRK

Mehmet Akif Ersoy'a

Sen: Türklüğün baş tacı, sembolü, onurusun
Sen: Bu Necip milletin her şeyi gururusun.


Sen: Bir milli ruh, iman abidesi Mehmet'sin
Sen: Tek başına Mehmet değil, koca Milletsin.


Kükremiş seldin bendini çiğner aşardın
Dağları yırtar, enginlere sığmaz taşardın.


İkinci kez sanma bir marş daha yazılacak;
Hâşâ! Bu sondu, ilelebet de son olacak.


Al sancak sönmeyecek son ocak sönmedikçe
Helal etme hakkın, Vatan için ölmedikçe

Halil MANUŞ

Halil MANUŞ

Mehmet Akif Ersoy

1873 senesinde;
İstanbul’un Fatih semtinde,
Küçük bir köşk içinde;
Ragıyf isminde,
Bir çocuk dünyaya geldi…

Bu çocuk Mehmet Akif’ti,
Bağımsızlık marşını yazacak,
Dünyaya seslenecekti…
Marşımızla tanınacak;
Evrenselleşecekti…

Daha yaşı dört iken,
O her şeyin bilincinde...
Emsallerinden çok erken,
Mahalle Mektebinde,
Okudu sevinç içinde…

İptidai Mektebine katıldı,
Bir de liderliğe atıldı,
Çocukluğunun başında,
Henüz çocukluk çağında,
Beş buçuk, altı yaşında…

Ders kitapları elinde,
Kaynak kitapları dilinde,
Müfredatın çok üzerinde,
Birincilik yine onun elinde,
Yükselirdi hep en önde…

Sevilirdi, severdi,
Herkes onu överdi,
O her yerde liderdi
Ve en önden giderdi,
Yine de övünmezdi…

Babasından ders aldı,
Okudu anladı, Kur’an’ı,
Esat Efendi’den de yararlandı,
Küçük yaşta; Mesneviyi,
Hafız Divanını…
Bir yandan da ezberledi Gülistanı…

Yoktu onun boş zamanı;
Okumakla geçerdi her anı,
Rüştiyeyi de birincilikle başardı,
Çünkü o yürümez hep koşardı,
Öğretmenleri bu hale şaşardı…

Biter bitmez Rüştiye;
Başladı Mektebi Mülkiye…
Ardından derdi külliye…
Her biri sıra sıra, üst üste,
Toplandı Mehmet Akif’te…

Babasının vefatı,
Bozuldu Akif’in hayatı…
Bir de evleri yanınca;
Ne kaldı okul hayatı,
Ne de huzuru, rahatı…

Artık ne bir sarılacak bir baba,
Ne kalınacak bir ev,
Ne de bir çare vardı,
Dediler baytariye açıldı,
Koştu hemen kayıt yaptırdı…

Baytar iye yatılıydı,
O birincilik için ileri atıldı,
Sonunda veteriner hekimi oldu,
Sahalarda tanınacak,
Hastalara şifa olacaktı…

Akif dolaşıyordu her yanı,
Tedavi ediyordu her hayvanı.
Salgın hastalıklarla mücadele etti.
Yorulduysa da sabretti.
Veterinerlik zor bir meslekti…

Eserleriyle de deva oluyordu,
Aziz milletinin,
Kahraman devletine,
Çünkü vatanını çok seviyor,
Kalıcı çareler arıyordu…

Akif ülkeleri gezerdi: Anadolu, Rumeli,
Arnavutluk, Berlin, Lübnan,
Bazen de Suudi Arabistan,
Çoğu zaman Mısır’da kalırdı,
Orada bir de unvanı vardı…

Edebiyat uzmanıydı
Ve iyi bir araştırmacıydı,
Kur’an okur meal yazar,
Kur’an’ı açıklar, tefsirini yapardı.
Çünkü o hakikatin yolundaydı…

Akif tanınıyordu azar azar,
Ne de olsa araştırmacı ve yazar,
Hem iyi bir din bilgini,
Hem de iyi bir dil mütercimi,
Arapça, Farsça, Fransızca…
Tercümeleri var…

Bir yandan şair, yazar,
Veteriner hekimi,
Edebiyat profesörü,
Burdur milletvekili,
Kısaca Akif bir bilgi birikimi…

Akif evliydi, İsmet Hanım ile
İslâmi bir çizgide,
Hoşgörü ile birlikte,
Mutluydu ailesi ile…
Çocukları vardı yarım düzine;
İbrahim ile Feride, Tahir, Emin ile
Bir de Suat ve Cemile…

Mehmet Akif oldukça mütevazı,
Kur’an’a tam uygun,
ALLÂH(c. c.) ’a bağlı,
Aydın ve de inançlara saygılı,
Vatanı, milleti için faydalı,
Güvenilir, vefakâr bir insandı.

Çünkü o;
Ne bağlanırdı kaderine,
Ne boyun eğerdi kederine,
Ne de taviz verirdi dinine,
Mantıklı bir çözüm ile
Dosdoğru giderdi emeline...

Yıl 1919:
İzmir işgal altında,
Akif vaaz veriyordu,
Vatanının kurtuluşu için,
Milletinin bağımsızlığına…

Ev ev, sokak sokak, cadde cadde,
Türk milleti tek görüş ve tek fikirde,
Halk coşuyor, coşuyor ve coşuyordu.
ALLÂH (c. c.) ALLÂH (c. c.) sesleriyle,
Cephelere koşuyordu…

Akif kısacık ömrüne;
Sayısız eserler sığdırdı gönlüne,
Gazete ve dergide denemeler;
Makaleler, çeviriler, derlemeler,
Şiirler, vaazlar, tefsirler…
Daha neler neler…

Sırat-ı Müstakim denilen;
Sebil- ül-Reşat dergilerinde,
Halk tarafından çok sevilen,
Akif’in şiirleri yayımlanırdı;
Haftanın bütün günlerinde…

Akif’in bütün şiirleri,
“Safahat’ın içinde,
“Gölgeler” ve “Asım”,
“Hakk’ın Sesleri”,
“Süleymaniye Kürsüsünde”…

Ulusal amaçlı bir yarışma açıldı,
Türkiye Büyük Millet Meclisinde,
Yarışmaya bir de;
Para ödülü katıldı,
Yüzlerce şiir ayıklandı,
Binlerce müsvedde çöpe atıldı…

Son çare Akif’ti:
Fakat Akif ant içmişti,
Yazmıyordu para karşılığında,
Ama canını bile verecekti,
Vatanı ve milleti uğrunda…

Akif haklıydı.
Bu bir İstiklâl Marşıydı;
Ne alınırdı ne de satılırdı…
Ya ödül kaldırılmalıydı;
Ya da bir vakfa bağışlanmalıydı…

Akif devletini biliyor,
Milletini seviyordu…
Kendine güveniyor
Ve ısrar ediyordu.
Bağışlayacağım, diyordu…

Sonunda İstiklal marşımız,
Yazıldı yüce andımız,
Mehmet Akif Ersoy tarafından,
12 Mart 1921’de;
Alkışlarla;
Büyük Millet meclisinde...

Marşımız hemen bestelendi.
Sevildi ve ezberlendi,
Tüm dünyada benimsendi;
Dünya andımızı tanıdı.
Bu marş canımızdı, kanımızdı.

Elinde Kur’an tefsirleri,
Uğraşıyordu bitirmeye,
Eli varmıyordu…
İsteyenlere…
Tefsirlerini vermeye…
İşte tefsirler diyemiyor;
Belki de bir şeyler gizliyordu...
“Şimdi eksik,
Ben ölünce tamam olur! ” diyor;
Başka da bir söz söylemiyordu...

Akif’i üzdüler,
Mısır’a gönderdiler,
Bir süre Mısır’da kaldı,
Fakat hastalandı,
Öleceğine inandı…

Çok geç kalmıştı,
Hastalık anlaşılıyordu...
Derhal hazırlandı,
Mısır’dan ayrıldı,
Kendisi de biliyordu,
Ölüm yaklaşıyordu…
Vatanına doğru yol aldı.
Çünkü yurt özlemi çekiyordu.

Vatan, millet aşkı ile yanıyordu…
Vatanım vatanım diyordu…
Vatan onun her şeyiydi.
Vatanında ölmeliydi,
Vatanına gömülmeliydi,

Döndü İstanbul’a apar topar.
Kalacaktı Beyoğlu’nda;
Haftalar belki de aylar…

Ne yazık ki;
Mısır Apartmanının bir katında,
1936 yılında vardı,
Hakk’ın huzuruna;
Edirne Kapı Kabristanlığında;
Gömüldü şehit mezarlığına.

(1997)
Mehmet Tevfik TEMİZTÜRK

Mehmet Tevfik TEMİZTÜRK

İstiklal Marşı ve Mehmet Akif ERSOY Şiirleri, Mehmet Akif Ersoy Şiiri