Eğitim Sitesi

Parmak Damgası

Ana Sayfa > Öyküler - Hikâyeler > Parmak Damgası

Parmak Damgası

Bir ahırda dünyaya geldi Süleyman.

 

Doktor ebe hak getire. Koyunları otlatan annesinin sancısı tutunca etraftaki kadınlar yardıma koştu. Şanssızlığı o ilk günde bile yakasına yapıştı Süleyman’ın. Birden bire bastıran sağanak yağmurdan kaçıp bir ahıra sığındılar. Samanların üzerinde dünyaya geldi. Her yerine saman çöpü yapışmıştı zavallının.

 

Süleyman ağlarken, annesi yorgun, kadınlar sevinçli.

 

“Bir oğlan çocuğu”

 

Sardılar sarmaladılar bezlere. Annesi çok yaşamadı. Babasını hiç tanımadı.

 

“Çocuk sahipsiz büyümesin” dediler. Hiç çocukları olmamış yaşlı bir çifte evlatlık verdiler.

 

Yaşı on beş olunca, yine anasız babasız kaldı.

Hiç okula gitmedi.

 

Büyük bir çiftliği, uçsuz bucaksız tarlaları olan “Bedir ağa” uzaktan akrabasıydı. Çiftliğine aldı, hayvanlara baktı. Yem verdi, süt sağdı, tezekleri attı. Tarlada çalıştı.

Âşık oldu kimseye söyleyemedi.

Yaşı gelince askere gitti.

Dönünce Bedir ağanın önerdiği bir kızla evlendi.

 

Ağa ona bir de iş bulmuştu. Şehrin kuzeyine bakan sarp bir yamaçta bir kazı çalışması vardı. Tarihi bir kent arkeologlar tarafından ortaya çıkartılmaya çalışılmaktaydı.

 

Burada kazıcı olarak işe başladı. Tüm gün kazıyor, kürek kürek toprağı atıyordu.

Hiç okula gitmedi Süleyman, okuma yazması hiç olmadı.

Bir tek ‘A’ harfini bilirdi. Bir de Süleyman’ın ‘S’ sini…

Üç çocuğu oldu. İki oğlan bir kız.

Yıllar yılları kovaladı, yıllar geçtikçe Süleyman’ın beli büküldü. Güçten takatten düştü.

 

Eşini çok erken kaybetti. Eve geldiğinde söylediler. Salondaki fıstık yeşili kanepenin üstüne yığılıp kalmıştı eşi. Anlamadı kimse ne olduğunu. Küçük çocuklarına sarıldı.

 

Eskiden taşı sıksa suyunu çıkarırdı. Şimdi iş zor geliyor, akşamı zor ediyor, eve gelince de erkenden yatıyordu.

 

Önce kızı evlendi, uzak bir memlekete. Sonra diğer çocukları uçtu yuvadan.

 

Yaşı elliyi geçmişti. Ama sanki asırlardır yaşıyormuş gibi yorgun hissediyordu kendini.

 

 

Bir Pazar günüydü.

Pazar günü kazı alanında çalışma olmaz, sadece kapıda bekçi bulunurdu.

Ustabaşı Hakkı, Süleyman’dan bir ricada bulundu.

“Yarın bekçi Rıza’nın işi var; kızı evlenecek, düğün hazırlıkları için izin aldı. Yarın kapıda sen bekleyiver.”

İstemeden kabul etti. Ustabaşı Hakkı’yı kırmak istemedi. Çok yardımı dokunmuştu kendisine, işteki patronu sayılırdı. Kazı işlerini yapan işçilerin başındaydı ustabaşı Hakkı.

Ayrılmadan da sıkı sıkıya tembihledi.

“Aman diyeyim, kazı alanına kimseleri alma!”

 

dersimiz.com

Pazar günü öğleden sonra bir araç yanaştı kapıya. Arabadan, siyah çerçeveli gözlüklü, çember sakallı, gözlüğünün üstünden bakan, orta yaşlı birisi indi. Etrafa bakınarak sordu.

“Yetkili kimse yok mu dayı?”

Yoktu, bir kendisi vardı işte.

“Buyur beyim” dedi.

kazıAdam küçümser bir tavırla baktı Süleyman’a

“Bekçi sen misin?”

Bekçi değildi ama bugün bekçilik görevini üstlenmişti. Ne diyeceğini bilemedi.

“Benim” diye cevap verdi Süleyman.

“Ben profesör doktor cevat kelle” dedi adam.

Profesörün ne olduğunu bilmezdi, ama çok duymuştu bu kelimeyi. Jandarma gibi, hâkim gibi bir şey olmalıydı. Ama önünü iliklemesine sebep olan şey doktor kelimesiydi. Kim bilmezdi ki doktorun ne olduğunu.

“Buyur beyim” diye kekeledi.

Adam: “Aç kapıyı, içeri gireceğim.”

Ustabaşı Hakkı, kimseyi içeri alma demişti. Üstelikte sıkı sıkıya tembihlemişti. Peki, bu kelli felli adamı ne yapacaktı. İçeri girmek istiyordu.

“Efendim, içeriye kimseyi alamam. “

Adam şaşırdı, birazda sinirli bir ses tonuyla konuştu:

“Sen kim oluyorsun da beni içeri almıyorsun.”

“Efendim yasak.”

“Kim yasakladı”

Ustabaşı Hakkı demişti bunu. Arkadaşı hakkının adını vermek istemedi.

“Kimseyi alma dediydiler.”

Adam bunun üzerine sinirli bir hareketle cüzdanını açtı, bir kimlik çıkarttı, Süleyman’a uzattı.

Süleyman okuma bilmezdi ki. Kimliği aldı, fotoğrafına baktı, evirdi çevirdi. Adama geri uzattı.

“Okumam yazmam yoktur, cahilim.”

Bir “la havle” çekti profesör.

“Yassak!” dedi Süleyman, adam; “gireceğim” dedi. Baktı olmuyor alttan aldı adam: “Canım” dedi, “cicim” dedi. Süleyman adamı içeri salmadı. Bir duvar gibi durdu önüne, kendisine verilen görevi yerine getirmek amacıyla yaptı bunu. İnadından değil.

Profesör söylene söylene, tehditler savura savura arabasına bindi. Gitmeden de adını sordu:

“Süleyman”

 

 

Ertesi gün Süleyman’ın işe gitmesiyle gelmesi bir oldu.

Önce Hakkı buldu onu:

“Sen ne yaptın Süleyman, profesörü neden içeri almadın?”

“E… Sen kimseyi alma demedin mi?

“O Adam kazının başındaki kişiymiş. Küplere binmiş adam. Herkesi aramış, senin de adını vermiş. Cahilin birini koymuşsunuz kapıya, daha okuması yazması bile yok demiş… Daha bir sürü laf etmiş.”

Düşünceli düşünceli sordu Süleyman:

“Ne olacak şimdi?”

“!?”

 

….

 

Az sonra Süleyman’ı çağırdılar, genç bir memur işten çıkarıldığını söyledi. Birkaç belge uzattı, imzalamasını istedi. İmzası yoktu, okuma yazması olmadığı gibi. Kazmasını, küreğini, arkadaşlarını ve parmak damgasını bıraktı geride.

O gün Süleyman’ın işteki son günü oldu.

Eve geldi. Yıllar önce eşinin son nefesini verdiği eski fıstık yeşili kanepeye kendini zor attı. Gözüne; eşiyle ve çocuklarıyla çekilmiş duvardaki resim takıldı. Ona baka baka uykuya daldı.

Hayatının; “felekle al takke ver külah” yaptığı hayatının, en yorgun, en yaşlanmış ve en son günü o gün oldu.

 

CELALETTİN TUTKUN

add

tag parmak damgası gerçek öyküler hikayeler oku Celalettin Tutkun gerçek hikayeler

Parmak Damgası Hakkında Yorum Yazın...

  

Parmak Damgası Hakkında Yorumlar

Henüz Yorum Yazılmamış.
İlk Yorumu Siz Yazabilirsiniz.

Yeni Eklenen Öyküler - Hikâyeler

Parmak Damgası